Osmanlı Devletinde Kadının Yeri ve Önemi
Osmanlı devletinde kadının toplumdaki yeri nasıldı. Kadın nasıl bir yaşam sürerdi, hakları nelerdi, Osmanlılar döneminde kadınların yaşamı.
Osmanlı döneminde kadınların yaşamını, büyük ölçüde harem olgusu belirler. İslamiyet ve Türk gelenek ve göreneklerinin Bizans “gynaeceum’üyla karşılaşmasının yarattığı harem, İstanbul sarayındaki kadınlar kadar sıradan halk kadınlarının hayatını da etkileyip biçimlendirmiştir. İstanbul’un bir özelliği olarak harem hayatının, zaman zaman ve yer yer, diğer yörelere göre daha yumuşak, sınırlama ve yasakların görece daha gevşek olduğu bilinir.
Osmanlı dönemi boyunca bazı saray kadınları, Bizans sarayındaki kadar olmasa da padişahları, şehzadeleri etkileyerek siyasal olaylara karışmışlar; ancak 19. yy’ ın ortalarına gelene kadar Osmanlı kadınları toplum hayatının dışında kalmışlardır.
Özellikle 19. yy’ın ortalarına kadar Osmanlı döneminde İstanbul kadınlarının yaşamı çoğunlukla evde geçerdi. Müslüman kadınların, kocaları ve nikâh düşmeyecek kadar yakın akrabaları dışında erkeklere yüzü açık görünmeleri yasak olduğundan evler kadınlarla erkekleri birbirinden ayıracak biçimde düzenlenmişti. Kadınlar harem bölümünde çocukları ve eğer varsa cariyeleri ile yaşarlardı. selamlık ise erkeklerle onların hizmetkâr ve kölelerine aitti. Orta halli ve zengin evleri sokaktan duvarlarla gizlenir, daha yoksul evlerde ise sokağa bakan bütün pencereler kafesle örtülürdü. Bahçelerde, iç avlularda da kadınlar için ayrı bir bölüm olurdu.
Kadınlar günlerini ev işi yapmak, cariye ve hizmetkârlara nezaret etmekle, çocuklarının bakım ve eğitimiyle, ibadetle ve eğlenceyle geçirirlerdi.
Çokeşlilik sanıldığından çok daha azdı. Çokkarılı olan erkekler, karılarını bir arada oturmaya mecbur edemezlerdi. Çokkarılı erkeğin her karısının haremde ayrı bir dairesi, ayrı sofası ve ayrı cariyeleri olurdu.
Varlıklı ve orta sınıftan her ailenin cariyeleri olurdu. Daha sonraki yüzyıllarda özellikle Çerkez ve Gürcülerden oluşan cariyeler, alınıp satılırdı. Ancak sultanın ve seçkinlerin cariyeleri genellikle çok genç kızlardan seçilir ve haremde dikkatle yetiştirilirler, çeşitli beceriler kazanırlardı. Cariye pazarları 19. yy’ın ortalarında köleliğin resmen yasaklanmasıyla kapatıldı, ama gizli satışlar sürdü.
Evler çok sade döşenirdi. Odaların başlıca eşyası duvara sabit bir sedirdi. Şilte ve yorganlar duvara gömme yüklüklerde durur, yataklar her akşam serilip sabah kaldırılırdı. Yemek de aynı odada, ortaya konulan bir sini ya da bezin üstünde yenirdi. Soba yoktu. Başlıca ısınma aracı tandırdı.
Kadınlarla erkekler yemeklerim ayrı ayrı yerlerdi. Ailenin babası hemen hemen daima yalnız başına yer, yaşları ve durumları ne olursa olsun çocukları nadiren onunla birlikte sofraya otururdu. Kadın, yemeğini haremde yerdi. Haremde çalışan cariyeler ise her birlikte yemek yerlerdi.
Elişi, özellikle nakış, kadınların başlıca uğraşılarındandı. Evde hemen her şey nakışlı olurdu; mendiller, havlular, peşkirler, peçeteler, hatta don ya da şalvarların uçkurları bile işlenirdi.
Evin günlük alışverişini hizmetkârlar yapar, hizmetçisi olmayan orta halli aileler ise gereksinimlerini seyyar satıcılardan karşılarlardı. Kadın çarşıya pek çıkmazdı.
İstanbul sokaklarında satıcı olarak dolaşan kadınlar sadece bohçacılardı. Bunlar da ancak belirli bir yaştan sonra bu işi yaparlardı.
Kadınların yaşamında çok önemli bir grup da ebe kadınlardı. Doğumu ebe kadınlar yaptırırdı Kadın gebe kalınca bir ebe seçilir, kendisine hediye olarak birkaç okka şeker ve kahve gönderilirdi. Bu ebe zaman zaman gebe kadının evine gelir ve muayenelerini yapardı. Ebe doğumdan bir hafta-10 gün önce çocuğun kundağını hazırlar, doğum için gelirken de kendi özel iskemlesini birlikte getirirdi. Doğumdan sonra ebe kadın çocuğu yıkar, tuzlar, tatlı dilli olması için ağzına şeker sürer, sesinin güzel olması isteniyorsa, göbeğini uzunca keserdi. Doğum sonrası döneme ilişkin âdetler çok dikkatle uygulanırdı. Kadın ve çocuk, loğusa yatağına yatırılır, kadına o günden itibaren “baldırıkara” denilen ottan kaynatılarak günde birer fincan içirilirdi. Loğusanın başına kırmızı tülden bir çatkı atmak da âdetti. Şerbedik şeker kaynatılıp, sürahilere konur, sürahiler kırmızı tüle sarılırdı. Bu sürahiler akrabalara, din adamlarına, tanıdıklara gönderilerek doğum resmen bildirilmiş olurdu.
Al basmaması için, loğusa, odasında hiç yalnız bırakılmazdı. Loğusalığın altıncı gününde son günü toplantısı yapılır, çoğu kez bir hoca hanıma mevlit okutturulurdu. Akşama kına gecesi yapılırdı. Sabaha kadar çengiler oynardı. Gece yarısı çocuk büyük bir törenle beşiğe yatırılırdı. Kırkıncı gün de loğusa ve çocuğu hamama götürülürdü.
Çocuk doğurtmanın yanı sıra ebeler hekimlik de yaparlardı. Bir kadının erkek hekime görünmesi gerektiği zaman, kocası ya da cariyeleri her zaman yanında bulunurdu. Hekim hastanın nabzını ancak kolu baştanbaşa bir tülbentle örtülü halde tutabilirdi. Ama erkek hekime çok az gereksinim duyulur, çoğu zaman hekim gibi çalışan kadınlara başvurulurdu.
Uzmanlıklarına göre ebelere “aşıcı”, “damar basıcı”, “kırbacı” (karın şişmelerini tedavi eden) gibi adlar verilirdi. Lady Montagu(->), 1717’de, bu kadınların çiçek hastalığına karşı ceviz kabuğu içine konulmuş bir aşı uyguladıklarını, aşının yararlarını gördükten sonra bunu kendi çocuğuna da yaptırdığını yazmaktadır.
Gizli doğuracak ya da çocuk düşürecek kadınlara yardım eden ebeler de vardı. Bunların çoğunun Musevi kadınları olduğu ve daha ziyade işlerini evlerinde yaptıkları söylenmektedir. Çocuk düşürmek İstanbullu kadınlar arasında dikkat çekici bir düzeye geldiğinden, bu durumun engellenmesi için 1858’de hükümetçe bazı tedbirler kondu. Önce hekim ve eczacılara, bununla ilgili ilaçları vermemeleri için İstanbul kadılığı ve dört topluluğun (Müslüman, Yahudi, Ermeni ve Rum) dini liderleri tarafından yemin ettirildi. 5’ten fazla çocuğu olanlara yardım edilmeye başlandı; çocuk düşürenler de ihbar ediliyordu.